Süt taştı yine,
Taşar zaten hiç şaşmaz, sen arkanı dönmeyegör, gözü var ocaktaki sütün sende. İnsanlara verdiğin fazla sevginin kalbinin içinden taşması gibi taşar. Anlamayanlara anlatmak ister gibi, eteklerine bulaşır sevginin şiresi. Hedefini şaşırır, tepesini attırır, zaten yılların pis izini taşıyan ocağına da ekler kendinden parçasını.
Süt taşar,
Senden alınanların dozunu sana anlatmak için taşar. Cezvenin içindeki miktar kadar kaldığını senden sana der gibi. Boşa gider içindekiler, hiçe akar, kurur temiz havanın vefasızlığında…
Sema ocağı kurumuş süt izlerinden arındırmak için çitilerken çıkan ses ile irkildi. Bir süngerin hafif kurumuş süt izinde çıkardığı ses ne kadar rahatsız edebilirdi ki bir insanı? Kesti süngerin sürtünme sesini, elinin içindeki yeşil sünger parçasına baktı. Toplamış süt artıklarını, işini yapmış, gururlu ve kirli. Yıkadı onu, yeniden sürdü ocağın süt izlerine. İşte yine aynı ses ve aynı his kalbinde. Uzun yol treninin raylardaki sesi ile durağa yaklaşırken çıkardığı siren sesi karışık garip bir ses. İçinden giden yolcular mı, dönmez sandığı ama o son trenden inecek olan yolcuları mı anlatıyordu anlayamadı. Sünger çıkardığı bu anlamsız ses ile sildi süt izlerini ocaktan. Sema’nın aklı o trende. Kimi göndermişti en son içinden? Kimi bekliyordu gözleri? Umut yok ki artık diye düşündü hızlıca, bu sayfaların üstü kapanalı hatta bu sayfaların olduğu defterlerin önemsizleşmesinin üzerinden tonla zaman geçti. Üzerine çay dökülmüş, buruşmuş sayfaları açmayalı çok olmuştu.
“Anne biberona koy, bardakta istemiyorum.”
“Oğlum orta okula gidiyorsun hala biberonda süt içiyorsun. Söylerim valla arkadaşlarına”
“Ya tamam bunu da içiyim de vallaha bırakacam artık biberonu. Hem sadece süt ve sadece geceleri anne”
“Hayır, bardakta içeceksin, seni biberon emerken görmeyecem bir daha”
“Babam veriyor ama bana. Hiç ikiletmiyor, ben haftaiçi de onda kalacam anne”
“Git kal, baban senin iyiliğini düşünmüyor ki, verir tabii. Kolayına gidiyor, senle mi uğraşacak. Hem sen beni tehdit mi ediyorsun?”
“Yoo, zaten babamda kalmayı istiyorum anne, evleriniz de yakın, istersen gelirim ben arada.”
Sema hızlıca Zafer’in odasına gidiyor, elinde sünger kalmış. Başında saçlarını kapatamayan, öylesine takılmış bir baş örtüsü. Titriyor dudakları, elleri, alın izleri… Masada duran balın renginden sararmış, taşmaktan hacmi azalmış yarım bardak sütü alıp mutfağa koşuyor. Hepsini döküyor yeni sildiği ocağa. Koşuyor arkasından Zafer.
“Anne delirdin mi? Tamam verme biberonla içmeyecem bugün. Ben yatıyorum.”
“Git yat, hemen yat elimden bi kaza çıkacak.”
Süngeri yıkıyor Sema, sıkıyor güzelce suyunu. Başlıyor yeniden silmeye ocağı. Titreyen dudağından cılız bir tükrük akıyor sütün üzerine. Topluyor ağzını bir hışımla. Sünger işe yaramıyor, süt kurumamış daha. Bekletsem mi acaba diye düşünüyor. Kurusun iyice diyor. Yoruluyor, düşünmekten. Karar verememekten. Başka bir bezle alıyor ocağın ıslaklığını. O sesi istiyor belki de. Süngerin kurumuş süte temasından doğan o sesi. Onu rahatsız eden ama içinden el sallayamadan giden yolcuların olduğu treni hatırlatan o sesi. Sesi duymadan gidemiyor o ana. Bulamıyor içindeki öfkenin koltuk izini. Hangi koltukta oturuyor, yatıyor mu, sırtını yaslamış mı cama, bakıyor mu dışarı. Trenin gidiş yönünde mi yoksa terste mi gidiyor. Bilet parasını ödememiş mi yoksa kaçıyor mu her durakta diğer vagona. Biletçi hangi vagonda iniyorsa oraya mı biniyor? Bu yolcu, kadın mı erkek mi, gözleri nemli mi, kuru mu, kimin derdinden kaçıyor, kime dert oluyor bilmiyor. İşte bitti, ocak pırıl pırıl. Saate bakıyor on biri geçmiş. Uyudu mu bu çocuk diyor içinden bir bakmak istiyorsa da ayakları gitmiyor. Bakmak istemiyor, biberon yok çünkü ortada. Kaçırdı kesin yatağına. 12 Yaşındaki oğlumu hala biberon emmeden uykuya dalamayacağı kadar yokluk yaşatan ne acaba diye düşünüyor. Kendi dalabiliyormuş gibi uykuya. Babasına gitmek istedi değil mi o? Babamda kalayım dedi haftaiçleri de. Babasının evinde ‘abla’ dediği başka bir kadın annesinin rolünde olmasına rağmen orada mı kalmak istedi bu çocuk? Bir oda bile ayırmadı babası bu çocuğa. Salonda yatıyor oraya gittiğinde hala. Üzerinde kedinin kılını yutmuş kötü bir battaniye. Üzülmüştü Sema ilk gördüğünde. Evin kapısına gelip oğlunu almak istediğinde, salona açılan kapıdan içeri bakınca görmüştü. İçindeki o yolcu treni sesi yine bağırmıştı. Kendini beş dakika bulamamıştı. Bir istasyonda bu bağırtı ile kalmıştı beş dakika. Babasının çantasını eline tutuşturduğu oğlunun arkasında, yattığı yatağı toplayan ince belli o kadın vardı. Gözü takıldı. Mutluluğun sahibi gibiyi o ince belli kadın. İçindeki küfür reyonunda geziyordu ama aslında onun suçu yoktu. Her kadın mutluluk arıyordu. Kimisi ince beliyle kimisi temiz sesiyle kimisi iri memesiyle kimisi de içten gülüşü ile çekmek istiyordu istedikleri mutluluğu, o mutluluğu kendisine sunacağını sandığı erkekleri… Artık kadınlar için kimlikte yazan medeni hal, aradıkları mutluluğa bir engel değildi.
“Hadi anne”
Sema’nın kapıda kalakalmış halini anladı Zafer bile. İçinden geçenlerle manzara gibi seyrettiği o salona açılan evin kokusu birbirine karıştı. Döndü arkasını hızla Sema, tuttu elinden oğlunun. Asönsöre binecekti ama binmedi, 5 kat yürümek istedi. Zafer şaşırdı, asansörden korkan annesi değildi kendisiydi. Ama hoşuna da gitti, zıplaya zıplaya indi merdivenlerden…
Saat on ikiyi de geçti. Yatağına gitti Sema, hiç toplamamıştı zaten yatağı. Kapısını kapatmış ve gün boyu içeri girmemişti. Göz bandını taktı, bacaklarının arasına koyduğu minderi yerleştirdi yerine, koklamadan uyuyamadığı yıkanmamış eski çocukluk atkısına sardı ellerini, her zamanki gibi ezberlediği tek duayı okudu anlamını bilmediği. Yeni bir güne doğru kapattı ışığa gözlerini…
Duygu, 22.01.2023
Ne düşünüyorsun?
Düşünceni duymak güzel olurdu. Yorum bırak.