Tanımlama ihtiyacı duymayan zihinlerle dolu etrafımız ve önüne gelene en hızlı adapte olabilen bir tür olarak yaratılmış ‘insan’!…
Sosyal medya serüvenimize “ya facebook diye bir şey çıkmış, ilk okul arkadaşını buluyormuşsun!” söylentileri ile başladık. Maceranın başında hepimiz çok ilkeldik. Kullanıcı adı almak ile omzumuza eklenen bir sıfatımız oldu. Şifre ve Parola hayatımızda ilk özellerimizdendi ve hep doğduğumuz yıldı!
Facebook dar zamanda çok zamanımızı yedi bitirdi. Özellikle ilk başlarda bulamadığımız, sümükleri birbirine karışmış arkadaş listemize ulaşıncaya kadar çok uğraştık. Tabii facebook da bizim sayemizde gelişti, biz ihtiyaç doğurdukça onlar yazılımı büyüttü. Daha çok, daha çok, daha çok vermeye başladı sanal alem bize istediklerimizi. Niye dışarı çıkalım ki? Niye arayalım da bi arkadaşı iki lafın belini kıralım? Niye elimizde klavye varken dilimizi yoralım ki? Niye birine sevdiğimizi söylemenin bir tıkla olabildiğini görmüşken bundan vazgeçelim ki? Biz daldıkça büyüdü bu alem!
Amma da ihtiyacımız varmış, facebook cemil cümlesini ahirette bile doyuracak servete ulaştı. Bizim de hatrı sayılır bir arkadaş kitlemiz oluştu. Kendimizi ne kadar kalabalık hissediyorduk. Bir aralar sayıyorduk hatta ya da kıyaslıyorduk. İçimizdeki tırtılın kozasını terk ettiği, kanat taktığı zamanlardı! Kafamız neye bozulsa bize nasılsın diye soran bir el vardı nasılsa! Hesabımıza her girdiğimizde nasılsın, naber, ne düşüyon bakıyım diyordu facebook. Biz de ne düşünüyorsak, özümüz sözümüz bir yazıyorduk. Bazen düşüncemiz bir ünlem olsa da paylaşa basmak ruhumuzda nuhun gemisini boşalttığımız hissi uyandırıyordu! Aman ne kadar da güzeldi! Biriyle buluşur 5’er kilobayttan 50 tane foto çeker, hemen koyardık sayfamıza. Bu arada neden geçmiş zamanı kullanıyorum diye sorguladım kendimi şu an!
Sonra işin en tatlı rengi geldi çattı, direniş zamanlarında sosyal medya ciddi bir haber alma alanı haline geldi ve herkesin sempatisi çoğaldı. Artık ana-baba-teyze-dede tüm aile bireylerimiz işin içindeydi. Ve bu hassas arkadaş kitlen, eklesem mi acaba diye düşündüğün nadir kitlelerdendi. Çünkü algısını yönetmek çok zordu. Bir gün kafan atar kendini bir uçurum kıyısında fotoğraflayıp, hayat ne kadar da boş dersen, anında sana yağacak telefon ve tepkilere hazır olmalıydın. Ya da ahlaka mugayir bir paylaşım yaparsan ve beğen tuşuna teyzen basmadıysa, seni bi düşünce alır götürürdü! Neyse ki paylaşımlarında seçebileceğin kitle hileleri ile biraz rahatlamıştık. Facebook büyüttü de büyüttü bizi. Önceden hiç haberimiz olmayan Hüseyin amcanın akşam ne yediği, sabah hangi güzergahtan eve gittiğini felan biliyorduk. Tüm bu gereksiz bilgiler için zihnin de garip bi şekilde yer açıp duruyordu. Doldur doldur diye de gülümsüyordu hınzırca!…Baş sağlıkları, hoşgeldin bebekler, rahat uyular, şampiyon Fenerler, bugün de içelimler, işte kombinimler felan okul öncesi öğretilmeye çalışılan paylaşmak güzeldiri pekiştirmişti. Paylaş paylaş paylaş, her ne geçiriyorsan içinden. Ooh bee sandık ki vizite ücreti 300 tl olan psikologların burunları biraz inecek ve biz paylaştıkça yüklerimizden kurtulacağız! Öyle mi oldu? Olmadı! Hatta birileri oradan video paylaşıp iz bırakmayı planlayıp intahar etti!
Yetinmek insanın doğasına aykırı. Twiteri verdi yüce yazılımcılar, instagramı ve nihayet Linkdeini!
Instagramda ne buluyor insanlar diye bir gezip çıkıyorduk önceleri sonra ciddi bir kullanıcı hacmine ulaşınca herkes sürüye uymak zorunda kaldı. İleri teknoloji cep telefonlarının kamerlarında sürüyle filter vardı nasılsa. Herkes fotoğrafçı oldu, bardağı, çanağı, otu, boku çeken koydu. ‘Takip etme’nin rahatsız edici anlamı birden ‘takip etsene beni’ye dönüştü. Takipçimiz çoğaldıkça soluduğumuz havadan aldığımız keyif arttı. Evde oturup da örgü ören, dikiş dikenlerin bir kermes hevesi vardı, Instagram onlara sanal kermesler kurdu. Alışverişin kalbi olmaya başladı. Ekonomiye can verdi.
Şimdi şu içtiğim çayı çekip koysam ne kadar çok insanla iletişim kurarım diye düşünüp, insan ilişkilerini ilerlettik. Ha bunun da psikolojimize büyük faydası olması bekleniyordu çünkü ‘anlat, içindekini söyle, göster, akıt’ telkinlerini fiilen hayata geçirebiliyorduk. Ama öyle oldu mu? Olmadı!
En eğlencelisi de Linkdeindi! Çünkü oranın havası başka. İçeride eskiden ‘kurucu’ ünvanı ile gayet havalı duran ama şimdi isminin yanında “CEO” yazanlar, direktörler, genel müdürler gibi sıfatların konuştuğu bir mecra. Koca koca şirketler var içeride. Türkiye için çok iyi tasarlanmış ve egoyu tıka basa doyurduğu için gayet verimli bir yazılım. İnsanlar facebookda sıfatının altındaki kişiliği ile dünyaya el sallarken, linkdeinde karizmasının tavanında ve her lafı business oldu!
Sonra arada bir kızmalar, “Lİnkdein profesyonel bir alan, çekilin buradan” gibi söylemlerle kendi gözlerindeki halkın çocuklarına fırça kaymalar! Çok eğlenceli. Linkdein insanı içeride iken belli bir adrenalin seviyesinde tutan önemli bir dinamik.
İş hayatında aktif rol alan insanların her zaman sosyal yönlerinde eksik bir şeyler olduğu düşünülür. Linkdein bu insanların da ruhi doyumunu sağladı. Paylaşımlarını yapabilecekleri bir özgür alana kavuştular. Ne güzel çünkü en çok yönetenlerin sağlıklı ruh ve zihne ihtiyacı var. Onların etkisi ile yönetilenler de akıl sağlıklarını stabil tutabiliyorlar! Peki sonuçta Lİnkdein profesyonellere bir network ağı oluşturmak amacıyla kurulmuştu ve potansiyel işçi bulma eylemi gerçekleşsin istendi ama öyle mi oldu? Olmadı!
Ne oldu tüm bu sosyal medya ürünleri ile hayatımızda?
Genel hatlarıyla ‘sahte’liğin ‘gerçek’in önüne katmer katmer geçtiği bir halet-i ruhuyenin içine düştü ‘insan’! Ve sanalda sosyalleşmek üzere yola çıkıp, ayağını bastığı topraklarda asosyalleşti!
Detayları için bu yazı uzar, bir sonrakinde görüşmek üzere!
Ne düşünüyorsun?
Düşünceni duymak güzel olurdu. Yorum bırak.